23 Aralık 2008 Salı
6 Kasım 2008 Perşembe
31 Ekim 2008 Cuma
24 Ekim 2008 Cuma
DÖNGÜ
Her gün yeniden başlıyorum duvarı örmeye… Her gün yeniden yıkılacağını bile bile başlıyorum örmeye…
Hiçbiri ilk seferki gibi değil… Daha çok emek, daha çok zahmet gerektiriyor… Her yeni başlayış büyük zorluklarla çıkıyor karşıma… Yapı taşlarımın pek çoğu her yıkıntının arkasından yok oluyor. Kalanlarınsa üzerine yapışan harçlarını temizlemek, en azından yapıya zarar vermeyecek hale getirmek için büyük emek sarfetmek gerek…
Ama ne yaparsam yapayım yine yıkılıyor her şey… Belki bu sefer yıkılmaz umuduyla bir yerlerde - temelde, tuğlalarda, harcında ya da işçiliğinde- bir hata olması ihtimalini düşünmeden yeniden başlıyorum. Belki bu ihtimali düşünsem baştan sağlam olacak her şey, ama düşünemiyorum belki de düşünmek istemiyorum.
Ve her seferinde yeniden yeniden yıkılıyor ve her seferinde eksiliyor; umutlarım, inancım ve de azmim… Her seferinde eksilenlerin yerini doldurmak daha da zorlaşıyor. Her başlangıçta eksiklerle, eksilerle başlıyorum, mutluluğu yakalamak arzusuyla… Ama her yeni başlangıç bitişe gebe olarak çıkıyor karşıma…
İşte yine yıkıntılar arasındayım; ancak bu sefer farklı… Defalarca yaptığım iş yabancı bana, defalarca kullandığım mala, çekiç yabancı ellerime… Ve dahası nereden başlayacağımı, nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Umudum tükenmiş, başım dönüyor. Birisi elimden tutmasa yığılıp kalacağım aynen yapmaya çalıştığım duvar gibi…
Ben mi duvarı örüyorum, duvar mı beni…
***
HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK
Her gün yeniden başlıyorum duvarı örmeye… Bir gün nasıl olsa en güzelini, en sağlamını, en sanatsalını yaratacağımdan emin olarak…
Her bir başlangıç yeni tecrübeler, yeni teknikler, yeni malzemeler dayatıyor. Ama tüm bunlar yeni öreceğim duvarın temelden daha sağlam, daha ustaca olmasına yol açıyor. Yine de eski malzemeleri kullanmak gerek… Bunlar da işin biraz zorlu, biraz zahmetli ama güzel tarafı…
Her seferinde bu sefer tamamdır diye başladığım duvarım yıkılınca nedenlerini düşünüyorum; hatanın nerede olabileceği, nereden kaynaklandığını bulmak gerek… Zaten her yıkılışta bunu aramazsan neye yarar ki yıkılacağını bile bile yeniden yeniden denemek… Demek ki her seferinde atladığımı ayrıntılar var.
Her seferinde yeniden yıkılıyor ama her seferinde yıkılmış olsa bile bir şeyler var geride yeni başlangıç için… Hiç olmayan bir şeylerin yerine en azından yıkılmış bile olsa üzerini tamamlayabilecek malzeme… Var olmayanın yerine bir şeyler koymak zor, elde olanın üzerine eklemek, elde olanı geliştirmek daha kolay…
İşte yine yıkıldı her şey; ancak bu sefer farklı… Defalarca yaptığım iş her seferinde yeni tecrübeler ekliyor bilgilerime; kullandığım mala, çekiç daha bir yakışıyor elime, bütünleşiyor. Artık nereden başlayacağımı biliyorum. Umutlarım canlı, yüreğim kıpır kıpır…
Bu sefer başaracağım.
6 Ekim 2008 Pazartesi
Yabani Hisler
* * *
Şaşırmış adam, '-Sen de nerden çıktın şimdi,Tam aklımı toplayacakken bozdun işimi...'Şöyle bir tüylerini kabartmış kırlangıç, ve aklındaki planı çıtlatmış:'-Aç pencereyi beni içeri al sen,birlikte yaşayalım ebediyen...hem sofrada ortağın olurum, hem evde eğlencen'.Parlamış adam:'-Şuna da bakın neler diyor bu... Haddini bil, hiç kuş insana aşık olur mu?''-Soğuklar başladı bak, üşüyorum dışarda. Alırsan içeri, deva olurum yanlızlığına da...'Hepten kızmış adam, kovmuş kırlangıcı camın önünden'-Yürü git işine, yalnızlığımdan memnunum ben"Bükmüş gagasını zavallı kırlangıç,Uçmuş semaya doğru, kanadı kırık...
* * *
Gel zaman git zaman, kırlangıçın hemen ardından, bizim adamı pişmanlık basmış:'-Hay aptal kafam, ben ne halt ettim, ayağıma gelen fırsatı teptim'.Sonra teselli etmiş yalnız kalbini:'-Sıcaklar başlayınca gelir kırlangıcım. Onu içeri alır yalnızlığımı paylaşırım".Kış geçip de yaz gelince, yalnız adam başlamış beklemeye...Ama sevdalısı uğramamış bile bir kere...Akın akın gelen sürülere sormuş, Onun kırlangıcından eser yokmuş. Öyle üzülmüş ki, gidip bilge kişiye danışmış.Hem kırlangıcı, hem kendi eşekliğini anlatmış.
27 Eylül 2008 Cumartesi
23 Eylül 2008 Salı
Sen Söylemeden de Biliyorum
Yalvaramam koşamam
Ama sesini bırak bende
Biliyorum ki kopacaksın
Tutamam saçlarından
Ama kokunu bırak bende
Anlıyorum ki ayrılacaksın
Çok yıkkınım yıkılamam
Ama rengini bırak bende
Duyumsuyorum ki yiteceksin
En büyük acım olacak
Ama ısını bırak bende
Ayrımsıyorum ki unutacaksın
Acı kurşun bir okyanus
Ama tadını bırak bende
Nasıl olsa gideceksin
Hakkım yok durdurmaya
Ama kendini bırak bende
Normalde sokak kedisi kendini saldırgan köpeklere karşı koruyabilirmiş.
İnsanoğlu, eğer bir sokak kedisinin başını okşar ve ona şefkat gösterirse kedicik kendisinin koruma altında olduğunu zanneder ve sivri tırnaklarını içeri çekermis. Ve vahşi köpeklerin azgın dişlerini gırtlaklarında veya itlaf ekiplerinin zehirli etlerini midesinde bulurmuş.
Küçücük bir dokunuşta gardı düşen ve ölümcül yaralara açık hale gelen sarmanların kaderinde kendi aşk hayatımızın hülasasını buldum.
Biz de Eros’un şefkatine sığınıp, sevdalanınca en mahrem zaaflarımızı elevermiyor muyuz?
Yıllar yılı ardına sığındığımız barikatların anahtarını gönüllü teslim edip, tırnaklarımızı içeri çekmiyor muyuz?
Sevginin bizi kollayacağına, sarıp sarmalayacağına dair ön kabulümüz yüzünden koruma duvarlarımızı gönüllü kaldırıp, yaralarımızı açık hale getirmiyor muyuz?
Sonra ne oluyor?
Sevdamız en büyük zaafımıza dönüşüyor.
Saçımızı okşayan elin bizi ilelebet kollayacağına inanıyor, tatlı sözlere kanıyoruz.
Taklalar atıp, cilveler yapıyoruz.
Ve en ummadığımız anda, en korunaksız halimizle yakalanıyoruz aşkın hoyrat yüzüne…
şefkatimiz katilimiz oluyor.
Ders almak mı?
Ne münasebet!..
Daha son ihanetin yarası kabuk bağlamadan, yeni yaralar için aralıyoruz kalbimizin kapılarını… Zavallı bir kedi yavrusundan farkımız yok aşkın karşısında…
Boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sıcak dokunuşta çocukça uysallaşıp, her hayal kırıklığında “köpek gibi” pişman olarak, her terkedilişte acı çekip her dönüşte biraz daha kanayarak, kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, “Bir daha asla larla - Daima lar” arasında yalpalayarak yara bere içinde yaşıyoruz.
O yüzden “Melekler” içe kıvrık patilerle gömülüyor.
Ve hayata “Şeytanlar” hükmediyor.
Belki de en iyisi kuyruğu her daim dik tutmaktır…
Şefkate kanmış mefta bir ev kedisi olmaktansa, gardını almış bir sokak kedisi olarak hayatta kalmak daha iyidir.
9 Ağustos 2008 Cumartesi
Yabani Hisler
İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş,
Sadakatin adı ise; bir serçeye
Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca
Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber
Küçük sinekleri, kurtları yemişler,
Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler.
Masmavi gökyüzünde dans etmişler,
Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler...
Birbirlerine söz vermiş kuşlar; Ayrılmayacağız diye.
Ama kış gelmiş, Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,
Serçe ise her zamanki gibi sadık
Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek.
Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için
Yaşamaksa önemli imiş göçmen için.
O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece
Gel demiş serçeye benle beraber...Başka bir bahara uçalım.
Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharı
Ama kış acımasızdır. demiş göçmen, Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz
Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber
Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.
Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere
Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye
Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş
Uçacakmış yeni bir bahara...
Göçmen ve serçe çıkmışlar yola,
Ama serçe zayıfmış, onun kanatları uzun uçuşlar için değil.
Dayanamayacakmış bu yola
Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş
Çünkü o hep kaçarmış kışlardan
Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara
Bir fırtına yaklaşıyormuş.
Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış
Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış
Göçmene duralım demiş artık. Biraz dinlenelim
Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.
Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş.
Ama göçmen yürü demiş serçeye birazdan okyanuslara varacağız
Serçe sevgisine uymuş ve peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin
Birazdan varmışlar okyanusa
Kurtuluşuymuş bu büyük deniz
Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları
Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki
Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi
Serçe artık dayanamıyormuş,
Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene
Artık gidemiyorum....
Göçmen serçeye bakmış,
Bakmış ve devam etmiş...
Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük
Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük...
Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT ...
Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET...
2 Ağustos 2008 Cumartesi
Bir insanı öldürmek net bir eylemdir kuşkusuz. O insan çekilir hayattan ve siz de cezanızı çekmek üzere girersiniz cezaevine. Ancak bir başka ölüm daha vardır. Ve katil hiçbir şekilde cezalandırılmaz. Muhatabını ölümden beter eder, ama başına hiçbir şey gelmez. Sevildiği için cezalandırır o! Sevenin bütün duygularını öldürür. İçini boşaltır onun. Bir daha sevemeyecek hale getirir. Kendine güveni sıfırlanır sevenin. Katil çok sayıda silahı devreye sokarak başarır bunu. Ve zamanla yaşayan ölü o kadar kapanır ki iç dünyasına, sevmeye kalkacak her insanı düşman görür kendine.
Umutlarını kırmıştır katil. Hayallerini yere çalmıştır. Mutlu bir gelecek diye bir şey bırakmamıştır. Sevmenin, acı çekmenin ta kendisi olacağını yazmıştır kafasına kurban, çektiklerinin ardından. Hayatın yaşanmaya değer olmadığına karar, katilinin sayesinde. Ve ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide gidip gelir yaşayan ölü. Ve öyle bir hale gelmiştir ki artık, o çizgiyi aşabilecek kadar bile gücü yoktur.
Ne yaşamayı ne de ölmeyi ister. Öylesine yıkılıp kalır, hayatın bir yerlerinde, boş bir çuval gibi.
31 Temmuz 2008 Perşembe
16 Temmuz 2008 Çarşamba
Dünyaya geldiğim gibi
Ya zamanından çok geç
Seni bu yaşta sevdiğim gibi
Mutluluğa hep geç kalırım
Hep erken giderim mutsuzluğa
Ya her şey bitmiştir çoktan
Ya hiçbir şey başlamamış
Öyle bir zamanına geldim ki yaşamın
Ölüme erken seviye geç
Yine gecikmişim bağışla sevgilim
Seviye on kala ölüme beş
14 Temmuz 2008 Pazartesi
12 Temmuz 2008 Cumartesi
Benzerliklerdeki Sağlık
Tatlı patatesin görünümü pankreasa benzer ve şeker hastalarının glisemik indeksini dengeler.
Soğan vücut hücreleri görünümündedir. Bütün vücut hücrelerinden atık maddelerin temizlenmesine yardım eder. Hatta gözlerin epitelyal katlarının yıkayan gözyaşlarına bile sebep olur.
Beyin Acının Fotoğrafını Çeker
Yaramazlık yapıyorum, etrafı karıştırıyorum, oynarken örtüleri bozuyorum ama inan bana anne bunları seni üzmek için yapmıyorum. İçimde öyle büyük bir enerji ve merak duygusu var ki; sanki böyle davranmaya mecbur kalıyorum. Sen benim akıllı olmamı, hiç bir şeye karışmamamı istiyorsun, "oyuncaklarınla oyna" diyorsun. Olmuyor anne, araştırmazsam öğrenemem, yanlış yapmazsam doğruyu bulamam.
LÜTFEN BENİ ANLA ANNE!
Benim ne kadar yalnız olduğumu sen de biliyorsun. İlgiye sevgiye, desteklenmeye ihtiyacım var. Gün içinde çoğu zaman meşgulsün. Ev işi yapıyorsun, telefonda konuşuyorsun, komşu teyzeye gidiyorsun, ya da o sana geliyor. Sana ne zaman bir şey soracak olsam veya anlatmak istediklerim varsa, bana "daha sonra konuşuruz" diyorsun. Farkında mısın? daha sonralar hiç gelmiyor. Senin benimle konuşmanı ve beni dinlemeni istiyorum. İşte o zaman kendimi ifade etmeyi öğrenebilirim.
LÜTFEN BENİ DİNLE ANNE!
Hatırlıyor musun, geçen gün oturma odasındaki duvara resim yaptım diye bana nasıl vurmuştun. Canım çok acıdı anne! Oysa ki ben senin ve benim resimlerimizi yapıp seni mutlu etmeyi düşünmüştüm. O kadar öfkelendin ki, gerçekten çok korkunç görünüyordun. Elini, vurmak için öfkeyle bana kaldırdığında, masallarda ki devler geldi aklıma. Elleri kocaman olan devler. Senin de ellerini o devinkine benzettim. Karşımda masallar diyarından gelen bir dev duruyordu sanki. Hele bana vurduğunda canımın nasıl acıdığını anlatamam sana. Düşünsene senin iki katın büyüklüğünde ki bir devin sana vurduğunu. Canın acırdı değil mi? Neler yapabileceğimi görmen, yeteneklerimi keşfedebilmen için yanlışlarımı sabırla düzeltip, bana doğruyu göstermelisin. Canımı acıtarak güzel bir insan olmamı bekleyemezsin. Bu benim sana olan öfkemi artırıp, sana duyduğum saygıyı azaltır.
Bunun için LÜTFEN BANA VURMA ANNE!
13 Mayıs 2008 Salı
Yabani Hisler
Birisi bir salaklık yapınca, laftan anlamayınca ya da boş boş bakınca hemen "Angut musun?" der günümüzün insanı...
Angut'un aslında bir kuş olduğunu biliyor muydunuz!
Angut Kuşu'nun eşi öldüğü zaman (herhangi bir şekilde hayatı tehlikeye girmiş olsa bile) gözlerini bir dakika bile eşinin ölüsünün üstünden ayırmadan o da ölene kadar onun baş ucunda bekler... İşte bu canlının yaptığı en büyük"Angut"luk budur ... Ayrıca bu olay bütün Angut kuşları için geçerlidir, arada bir görülen bir şey değildir...
Çok ürkek bir hayvan olmalarına rağmen eşinin ölüsünün başında bekleyen Angut kuşuna elini uzatsanız dahi oradan kaçmaz...
Bu durumda kim ANGUT dersiniz? Ya da içimizde ANGUT olmayı istemeyen var mı?
25 Nisan 2008 Cuma
19 Nisan 2008 Cumartesi
Küçük Ayrıntılar
Orijinal Karikatür : Efes Göç
Öykü : Bırakıp gittiğin yüreğinse eğer, elbet geri döneceksin…
Hiçbir şeyden çekmedi evren, insanoğlundan çektiği kadar… Yaşadığımız dünyayı, bulunduğumuz, geçtiğimiz her yeri yakıp yıktık, talan ettik. Öylesine bir talan ki her nesne, her varlık pes etti. Ve en son olarak da dünyamız… Bu talana dayanamayan dünyamız geri dönülmez bir yolda ilerliyor ve az bir süre sonra insanoğlu kendi sonunu kendisi hazırlamış olacak.
Evet insanoğlu demiştik… El atmadığı, talan etmediği yer yok… İşte kendi yarattığı tanrıları bile ne hale getirmiş… Efsanelerde yaşatılan ve onlar için tapınaklar, heykeller yapılan tanrıların içler acısı hali. Yani tanrıların bile gücü yetmemiş bu insanlığın bu çılgınlığına…
(Bu arada yeni evlenen sevgili Tülay'a buradan da mutluluk dileklerimi iletiyorum. Bir ömür boyu mutlu ol, mutlu kal sevgili Tülay)
- Çizim gerçekten yürek burkucu bu arada, hele benim için…
- Neler çağrıştırdı sizde çok merak ettim. Merakım sizinle ilgili değil, çizimle ilgilidir... çünkü benim çok çok çok hoşuma gitti... çok farklı bir yerlere götürdü beni.
- Bana daha çok yok edilmiş bir şehri gösterdi efsaneleriyle birlikte harabeye çevrilmiş, malum pek koruyamıyoruz. O açıdan şehrin adamı bile bıkıyor ki -bu heraklitosa benziyor- Heraklitos şehrini iyi korumuş ve çok çaba harcamıştır, o açıdan da çok acıklı…
Tabii heykelleri kırık görmek de öyle...
-Bir ayrıntı daha var; evet tanrılar ve tanrıçalar adı ne olursa olsun... Heraklitos diyelim, arkada da Artemis ve onun bacakları yok; sevdiğiyle birlikte gidebilmek için…
- Tebrikler ne güzel
- Ay aynı şeyleri konuşabilmek ne güzel, pek az kimse bilir, düşünebilir bunları…
- İşin bir yönü daha var; onlar tanrıyken aciz durumda... peki ya biz... bizler bazen ayaklarımız olsa bile ACİZ kalabiliyoruz gidenlerin arkasından…
- Çok doğru…
Orijinal Karikatür : Kardan Adam ve Gül
Öykü : Buzdan Olur Kardan Adamın Yüreği
Kardan Adam ve Gül” karikatürü bunlardan biri…
Karikatürün orijinal çizgilerini hiç bozmadan bir çizgi öykü oluşturmak istedik.
(Aslında ilk bakışta sevdalı bir Kardan Adam’ın, sevgili Kardan Kadın’ına romantik şekilde gül sunmasını, sevgisini sunmasını anlatıyordu bu karikatür, ama benim dikkatime takılan küçük bir ayrıntıdır, bu öykünün oluşma sebebi.)
Diyemedi Kardan Kadın, diyemezdi. Ağlıyordu Kardan Kadın, ağlamasının yok olmak demek olduğunu bile bile ağlıyordu. Giden sadece Kardan Adam’ın değildi… Onunla birlikte her şeyi gidiyordu; umutları, inançları, yüreği… en önemlisi de sevdası… Erise, yok olsa ne gam; zaten bundan sonra yaşayabilir miydi?