12 Aralık 2007 Çarşamba

Küçük Ayrıntılar


FAKİRLİK
Günlerden bir gün zengin bir baba oğlunu köye götürdü.

Bu yolculuğun tek amacı vardı; insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek.

Çok fakir bir ailenin evinde iki gün geçirdiler.
Köyden oturdukları kente gelirken baba oğluna sordu;

"İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?"

"Evet!"

"Ne öğrendin peki?"

"Şunu öğrendim:
Bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa üç.
.
Bizim bahçede çok büyük bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri.

Bizim birkaç halımız var, onların yemyeşil, göz alabildiğince uzanan çimenleri...
Bizim görüş alanımız karşı apartmana kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar.

Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı.

Oğlu ekledi;

"Teşekkürler, baba.Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!''

Kaynak: turkgazeteleri.com

4 Aralık 2007 Salı

Seviyor mu sevmiyor mu

Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış. Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde, kendine güvenli bir yer bulup bir koza örmeye başlamış.Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da, rengârenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.

Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış. Derken bir vadiye gelmiş, rengârenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye. Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını bilememiş. İçinden: "Ne muhteşem bir çiçek!" diye geçirmiş ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.

"Merhaba." demiş papatyaya, "Sizi uzaktan gördüm ve yanınızagelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve: "Merhaba." demiş, "Ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten." Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikâyesini, nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış. Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.

Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.

Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş; ama cesaret edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan, incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatya da kelebeği çok sevmiş; ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini. Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.

Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de kelebek artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya dönmüş ve: "Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek." demiş. Papatya buna bir anlam verememiş: "Neden?" demiş. "Yoksa benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis, sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."

Papatya bu duruma çok üzülmüş; ama yapacak bir şey yokmuş zaten. Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya: "Seni seviyorum." diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece: "Ben de..." diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.

İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim. Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş. Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş, sonra da dökülmeye başlamış.

Her düşen yaprakta papatya: "Seviyormuş." diye geçirmiş içinden. İşte, o günden beri, bunu bilen âşıklar, sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
- Seviyor mu, sevmiyor mu?

15 Kasım 2007 Perşembe

Askıda Kahve

İtalya'da Venedik‘in kenar mahallelerinden birinde, bir cafe-barda, espressolarımızı içiyorduk. İçeri giren müşterilerden biri, barmene "due caffee, uno sospeso" (iki kahve, biri askıda) dedi, iki kahve parası verdi, bir kahve içip gitti.

Barmen de duvar üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kâğıt astı. Biraz sonra içeri iki kişi girdi. Onlar da “trio caffee, uno sospeso"(üç kahve, biri askıda) dediler, üç kahve parası verdiler ve iki kahve içtikten sonra gittiler. Barmen "askı"ya yine bir küçük kâğıt astı. Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyordu.

Biraz sonra içeri iki kişi girdi. Onlar da üç kahve biri askıda istediler, üç kahve parası verip gittiler. Barmen askıya yine küçük bir kâğıt astı.

Bir süre sonra kahveye, üstü başı biraz eski püskü, belli ki yoksul bir kişi girdi ve barmene "uno caffee sospeso "(Askıdan bir kahve) dedi. Barmen hemen bir kahve hazırladı ve yeni müşterinin önüne koydu. Yoksul kişi kahvesini içtikten sonra para ödemeden çıktı, gitti. Barmen ise duvardaki askıya taktığı kâğıtlardan birini kopardı, parçalayıp çöp kutusuna attı.

Bu gözlemimizin sonunda, gözlerimizi yaşartan; fakat kesinlikle örnek almamız gereken bir “İtalyan toplumsal terbiyesi" öğrendik. Yardım etmek için insanların gereksinimlerini belirlerken yalnızca yaşamsal gereksinimlerle sınırlı kalmamalıyız.

Bir Venedikli için, yaşamsal olmasa da kahve, günlük yaşamda önemli bir yer tutmaktadır. Kahve içebilecek kadar parası olmayan kişilere yardım edebilecek düzeydeki kişiler, kendileri bir kahve parası daha ödüyorlar. Yardım ettiği kişiyi görmedikleri için bu kişiler de daha mutlu oluyorlar, kimden geldiğini bilmedikleri bu ikramı kabul eden kişiler ise huzurlu oluyor.

Yardım eden ile alan arasında, bu caffe-bardaki garson gibi, köprü görevi yapan kişilerin ise güler yüzlü ve sevgi dolu olmaları gerekiyor.

İçeri giren yoksul bir kişinin "Bana askıda kahve var mı?" diye sormasına gerek bırakmamak için "askıda kahve olduğunu" belirten kâğıt parçalarını kolaylıkla görünebilen bir yere asmak ise bu olgunun çok zarif bir bölümünü oluşturmaktadır.

Dr. Erol BARIN

Çok şey mi istemişler

Sevgili anneciğim ve babacığım,

Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek isterdim: Sürekli bir büyüme ve değişme içindeyim. Sizin çocuğunuz olsam da, sizden ayrı bir kişilik geliştiriyorum. Beni tanımaya ve anlamaya çalışın. Deneme ile öğrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Oyunda, arkadaşlıkta ve uğraşılarımda özgürlük tanıyın. Beni her zaman her yerde koruyup horlamayın. Davranışlarımın sonuçlarını kendim görürsem, daha iyi öğrenirim. Bırakın, kendi işimi, kendim göreyim. Büyüdüğümü başka nasıl anlarım yoksa.

Büyümeyi çok istiyorsam da, ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin, ama beni şımartmayın da. Hep çocuk kalmak isterim sonra. Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum. Ancak siz verdikçe, almadan edemiyorum. Bana yerli, yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutmayınca, sizlere güvenim azalıyor. Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın.

Koyduğunuz kurullar ve yasakların hepsini beğendiğimi söyleyemem. Ancak, hiç kısıtlamayınca ne yapacağımı şaşırıyorum. Tutarsız davrandığınızı görünce, hem bocalıyor hem de bundan yararlanmadan yapamıyorum. Öğütlerinizden çok, davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın.

Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz. Bunları çabuk unuturum. Ancak birbirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek beni yaralar ve sürekli tedirgin eder.

Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri ben pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi bir iz bırakır. "Ben senin yaşındayken" diye başlayan söylevleri hep kulak ardına atarım. Küçük yanılgılarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın. Bana yanılma payı bırakın. Beni yaramazlıklarım için kötü çocukmuşum gibi yargılamayın. Yanlış davranışım üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin. Suçumu aşmadığı sürece, cezama katlanabilirim.

Beni dinleyin. Öğrenmeye en yakın olduğum anlar, soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve özlü olsun. Beni yeteneklerimin üstünde işlere zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri yapmamı bekleyin. Bana güvendiğinizi belli edin. Beni destekleyin, hiç değilse, çabamı övün.

Beni başkaları ile karşılaştırmayın. Umutsuzluğa kapılırım. Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın. Bana süre tanıyın. Yüzde yüz dürüst davranmadığımı gördüğünüzde ürkmeyin. Beni köşeye sıkıştırmayın. Yalana sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok bunaltsam da, soğukkanlılığınızı yitirmeyin. Kızgınlığınızı haklı görebilirim, ama beni aşağılamayın. Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın.

Unutmayın ki ben de sizi başkalarının önünde güç durumda bırakabilirim. Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamaktan çekinmeyin. Özür dileyişiniz, size olan sevgimi azaltmaz; tersine, beni size daha çok yaklaştırır.

Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha iyi görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çabalamayın. Yanıldığınızı görünce üzüntüm büyük olur. Bana verdikleriniz yanında benden istediklerinizin zor olmadığını da biliyorum.

Yukarıda sıraladığım istekler size çok geldiyse birçoğundan vazgeçebilirim, yeter ki beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın.

Benden "örnek çocuk" olmamı istemezseniz, ben de sizden kusursuz anne-baba olmanızı beklemem, severek ve anlayışlı olmanız bana yeter. Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi. Ama seçme hakkım olsaydı, sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim.

Sizi seviyorum.

3 Kasım 2007 Cumartesi

Yaşayacak başka bir dünya yok...

Küçük Ayrıntılar

SON YAPRAK

Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.

Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürree hastalığına yakalandı. Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...Geriye doğru sayıyordu; "On iki" dedi, biraz sonra da "on bir"; arkasından "on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardına "sekiz" ve "yedi".

Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.Dönüp arkadaşına "Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde "altı" dedi. "Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı. Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı.İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi."

"Beş tane ne?" diye sordu arkadaşı. "Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu." Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü.Fakat o: "İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum.. Ondan sonra ben de gideceğim." diyerek cevap verdi.

Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu.

Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle esen rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hâlâ yerinde duruyordu. Sapına yakın tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu. "Bu sonuncusu" dedi hasta kız. "Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim." Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı.

Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı hâlâ yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi. "Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu.Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin." dedi.

Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; "Şimdi alt kattaki bir hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree. Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor.” dedi.
Ertesi gün doktor : "Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi. O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı.
Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş. Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hâlâ yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar.

O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı.

O.Henry

26 Ekim 2007 Cuma

Bir elmanın iki yarısı......

Onları kıskanmamak elde mi?...

25 Ekim 2007 Perşembe

Küçük Ayrıntılar......

Adam 3 yaşındaki kızını, gayet pahalı kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı.

Küçük kız, koskoca bir yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı.Yılbaşı sabahı küçük kızı, paketi getirip "Bu senin babacığım" dediğinde çok üzüldü. Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermişti kızına.

Bir gece evvel yaptığından utanarak, kutuyu açtı. Fakat kutunun içi boştu. Kızına gene çıkıştı. "Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?.."

Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı.

"O kutu boş değil ki baba! İçini öpücüklerle doldurmuştum!.."

Babası o kadar çok üzüldü ki koştu, kızına sarıldı. Beraberce ağladılar. Adam o kutuyu ömrünün sonuna kadar sakladı.

Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerden birini çıkarırdı.

------ (lll) ------

Aslında bütün insanlara böyle bir kutu mutlaka verilmiştir. Zor zamanlarda bu kutuyu çıkarıp içine bakabilmeyi başarmak, mutluluğun anahtarlarından biri olsa gerek.

ONU İYİ SAKLAYIN..

10 Ekim 2007 Çarşamba

5 Ekim 2007 Cuma

Şef Seattle'ın Mektubu

1854 yılında ABD Başkanı Franklin Pierce yazdığı bir mektupla Amerika’ya gelen beyaz göçmenlere toprak bulmak amacıyla Kızılderililerden toprak istemiş ve "bu isteği kabul edilecek olursa Kızılderililere rahatlıkla yaşayabilecekleri bir bölgenin ayrılacağını bildirmiştir.

Topraklarının büyük bir bölümü zaten beyazlar tarafından zorla ellerinden alınmış olan Duwarmish Kızılderililerinin Reisi Seattle bir söylemiyle ABD Başkanına yanıt vermiş ve bu yanıt mektup olarak ABD başkanına gönderilmiştir. Mektubun aslı Amerika, Seattle, Squamish Müzesi’nde korunmaktadır.

İnsan ve doğa diyalektiğini en güzel dile getiren metinlerden biri olarak günümüzde değeri daha çok anlaşılmaktadır.

Yale, Sorbon, Oxford ya da bir başka okuldan mezun olan ünlü bir düşünürün sözleri değil bunlar. Nobel ödülü kazanan bir edebiyatçının da değil. Beyaz adamın “kafa derisi avcıları”, “vahşi”, “barbar” ilan ettiği Kızılderililerin şefi Seattle'nin “uygar” beyaz başkan'a mektubu:

ŞEF SEATTLE’IN MEKTUBU

Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir. Bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir. Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir.

Şef Seattle her ne söylerse Washington'daki büyük Şef ona, güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne
inandığı ölçüde inanabilir. Washington’daki Büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte
bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildirmiş. Onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı olmadığının farkındayız.

Merak ediyoruz ki gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç.

Bir zamanlar insanlarımız bu topraklara tıpkı rüzgarda kıvrımlanan deniz dalgalarının kabuklu kum yüzeyleri kapladığı gibi yayılmışlardı. Çok uzun zaman geçti ve o büyük kabileler artık hüzünlü bir anı oldu.

Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız.

Beyaz adamın ölüleri yıldızlar arasında yürümeye gittiklerinde, doğdukları ülkeyi unuturlar. Bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili’nin anasıdır. Biz dünyanın parçasıyız ve o da bizim parçamız. Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz, kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam, hepsi aynı aileye aittir.

Büyük Beyaz Reis bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz kızılderililerin ise onun çocuktan olacağımızı söylüyor. Toprağımızı alma teklifini düşüneceğiz, ama bu kolay olmayacak. Çünkü bu toprak bizim için kutsaldır. Dereler ve nehirlerden akan, parıldayan sular, sadece su değil atalarımızın kanlarıdır. Eğer size toprak satarsak, onun kutsal olduğunu hatırlamalısınız ve çocuklarınıza da onun kutsal olduğunu öğretmelisiniz. Göllerin berrak suyundaki her hayali yansıma, halkımın yaşamından anılar ve olaylar anlatır. Suyun mırıltısı babamın babasının sesidir. Nehirler erkek kardeşlerimizdir, susuzluğumuzu giderirler, nehirler kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler. Eğer size toprağımızı satarsak hatırlamalısınız ve çocuklarınıza öğretmelisiniz ki nehirler bizim kardeşlerimizdir ve sizin de bundan dolayı nehirlere herhangi bir kardeşe göstereceğiniz sevgiyi göstermelisiniz.

Biliyorum, beyaz adam bizim gibi düşünmez. Beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istediğini alınca başka serüvenlere atılır.

Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. O'nun bu ihtirasıdır ki toprakları çölleştirecek ve her şeyi yok edecektir.

Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Baharda yaprakların açılışını ya da böceklerin kanat vuruşlarını duyacak yer yoktur. Belki bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan bir su birikintisinin etrafına toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça yaşamın ne değeri olur?

Bir kızılderiliyim ve anlamıyorum. Biz kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Hava önemlidir bizim için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğduktan gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?

Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz. Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var; beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı gösterecek. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum. "Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için. Dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz sadece yaşayabilmek için avlarız buffaloları. Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan
ölmez mi?

Unutmayın bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır.

Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.

Bildiğimiz bir gerçek daha var; sizin Tanrınız bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yarattıklarıyız. Beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. Siz Tanrınızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz. Ama hepimizi yaratan Tanrı için kızılderili ile beyazın farkı yoktur.

Ve kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrının kendisine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrının adaletini anlayamıyoruz. Tıpkı buffaloların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi.

Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.

Gündüz ve gece bir arada olamaz. Kızılderililer her zaman beyazlardan tıpkı sabah sislerinin güneşten kaçtığı gibi kaçmışlardır. Bütün bunlara rağmen, teklifinizi tartışacağız. Ve umuyorum ki, halkım bunu kabul edecek ve Büyük Beyaz Şef'in vaadettiği üzere beraber barış içinde yaşayacağız. Böylece Ay birkaç kez daha doğacak, birkaç kış daha geçecek. Geri kalan günlerimizi nerede geçirdiğimiz önemli değil. Çocuklarımız babalarının yenilgiyle aşağılandığını gördüler. Savaşçılarımız utanç duydu ve yenilgiden sonra günlerini aylaklık etmek ve vücutlarını tatlı yiyecekler ve sert içkilerle kirletmekle harcıyorlar. Birkaç saat, birkaç kış ve bu dünyada bir zamanlar yaşamış büyük kavimlerin veya şimdi ufak topluluklar halinde ormanda dolaşanların çocukları da kalmayacak; bir zamanlar sizinkiler gibi güçlü ve umutlu olanların mezarlarında yas tutmak için. Ama, niye insanlarımın kaderi için yas tutayım ki? Tıpkı deniz dalgaları gibi kabileler kabileleri, uluslar ulusları takip ediyor. Bu doğanın düzenidir ve teessüf gerekmez. Yok oluşumuz çok uzak olabilir ama kesinlikle bir gün gerçekleşecek; son kızılderili yok olup kabilemin hatıraları beyazlar için bir tarih olduğunda, bu kıyılar kabilemin görünmez cesetleriyle kaynaşacak.

Çocuklarınızın çocukları kendilerini bir dükkanda, bir yolda, boş bir yerde yalnız olarak düşündüğünde aslında yalnız olmayacaklar. Dünyanın hiçbir yerinde tamamen ıssız bir yer yoktur. Geceleri, şehir ve kasabalarınızın caddeleri boşalmış gibi görünse de, aslında, bir zamanlar oralarda yaşamış ve bu güzel toprakları gerçekten seven ruhlarla dolu olacaktır. Beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır.

Beyaz adamın, benim insanlarıma saygı göstermesini sağlamalısınız, çünkü; ölüler güçsüz değildir.

Ölü mü dedim?... Ölüm diye bir şey yoktur ki sadece dünya değiştirir insan.

Şef Seattle, 1854

Tercih Meselesi

2 Ekim 2007 Salı

Çocuk Yaşadığını Öğrenir

Eğer bir çocuk eleştirilmişse
kınama ve ayıplamayı öğrenir.

Eğer bir çocuk kin ortamında büyümüşse
kavga etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk aşağılanırsa
sıkılıp utanmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk devamlı utanç duygusu ile
eğitilmişse kendini suçlamayı öğrenir.

Eğer bir çocuk hoşgörü ile yetiştirilmişse
sabırlı olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk desteklenip yüreklendirilmişse
kendine güven duymayı öğrenir.

Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse
takdir etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyümüşse
adil olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse
kendini sevmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse
bu dünyada mutlu olmayı öğrenir.

Dünya Çocuk Günü

Bir Dünya Bırakın Biz Çocuklara

1 Ekim 2007 Pazartesi

Azmin Zaferi

Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti. Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca ilk dersinde çocuğa karşısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı.

Çocuk bir gün hocasına "Hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek" dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi enhızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar hızlanmıştı ki hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu.

Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu. Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, "Hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim". Hocası ise "Sen sadece hareketi yap" cevabını verdi. Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu.

Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu "Hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum". Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, "Senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak".

Deneyim

60'lik ünlü ressam, bir lokantaya girer. Gerçi cebinde parası yoktur ama aldırmaz. Lokantacıya yapacağı portresine karşılık yemek yemek istediğini söyler. Güzelce karnını doyurur. Sonra bir çırpıda lokantacının portresini çizerek masaya bırakır.

Kalkarken adam gelir, resme bakar, beğenir. "Güzel ama" der lokantacı "Bir dakikada yaptınız bunu, oysa bir saattir yiyorsunuz".

Ressam "Bir dakika değil, 60 yıl ve bir dakika" diye karşılık verir.

29 Eylül 2007 Cumartesi


BİLGİN BEBİŞ

BİLBİŞ

Fikir gördüğüm bu resimle çok sevdiğim bir insanın (Sayın Sevdakâr Çelik) çocukluğu ile ilgili anlattıklarının bende garip bir şekilde örtüşmesiyle ortaya çıktı. Kendisi çocukluğunu anlatırken duyarlı, gözlemleyen, inceleyen, kıyaslayan, düşünen, fikir üreten, eleştiren bir çocuk resmi (karikatürü) çizer hep... İşte bu anlatıma tamamen uyan bir resimdi gördüğüm ve ikisi bir araya gelince kendisini dayatarak ortaya çıkıverdi Bilgin Bebiş - BİLBİŞ...

Ancak kalemi hayatı boyunca sadece ortaokul resim dersinde kullanan bir insan için çizmek o kadar kolay olmadı, olmayacak... Çok sancılı, çok zorlu bir durum... Mesleğim gereği bana bilgisayarda hazırla deseler hepsi hepsi 15-20 dakika sürer BİLBİŞ’in çizimi... Ama kalem... Öylesine imkansız görünüyor ki...

Zaman zaman umutsuzluğa düşsem de, yapamazmışım gibi düşünsem de en büyük teşvik yine ustadan; Sayın Sevdakâr Çelik’ten... Ha bir de Eylül Özyürek’i anmadan geçmek olmaz. Çünkü ne zaman umutsuzluğa düşsem, ne zaman gücümü kaybetsem Sevgili Eylül gelir aklıma... Onun amatörce çizmeye olan isteği, inadı, azmi ve yiğitliği...

Çizimlerimdeki acemiliği ustalar mazur görürler ve hoşgörüyle karşılarlar. Ancak ben çizerek büyük bir sanatçı olmak iddiası ile yola çıkmadım. Sadece yaşamımızın ortasına düşen yavrularımızın gözüyle dünyayı, bizleri, yanlışlarımızı, eğrilerimizi, doğrularımızı anlatmaya çalışacağım. Bu nedenle eleştirilerin daha bir ince, daha bir yapıcı olmasını ve bir de çizgiden çok konuya yönelik algılanmasını diliyorum.

Doğru bir yolda olduğumu düşünüyorum. Çünkü bu yıl üniversiteye başlayacak olan biricik oğlum Ozan Emrah'la BİLBİŞ hakkındaki düşüncelerimi paylaşırken bana; "Anne bebekleri, çocukları, olayları ve hayatı böyle algılayan bir anne olarak sen -ara sıra bile olsa- nasıl böyle davranırsın?" diyerek ince bir eleştiri gönderdi. Aslında bu eleştiri sevgiyle söylenmişti, ama bir gerçeği de yansıtıyordu. Çünkü bizler çocuklarımızın bir anda bizim gibi düşünmesini, bizim gibi davranmasını bekliyoruz. Ara sıra bile olsa onların çocuk olduklarını, bizim de o yaşlardayken aynı davranışları ve hataları yaptığımızı hatırlamamız gerekmiyor mu?

Bir bebek yaşamımızın ortasına doğar. Öylesine saf, bilgisiz, acemi ve meraklıdırlar ki... Bütün duyuları anten gibi açılmış; her şeyi duymak, görmek, hissetmek ve algılamak isterler. Bazen canları çok yansa bile... Yanan sobaya dokunur, kediyle boğuşur, canlı yılanı yakalar...

İşte BİLBİŞ kendi gözüyle dünyayı ve bizleri algılamaya, anlatmaya çalışacak.

BİLBİŞ, adı gibi bir BİLGİN... Hayatı müthiş bir şekilde algılayan bir bebek. Aslında tüm bebeklerimiz zaten öyle değiller mi? Hele bir gözlerinin içine bakın...

Merhaba

Seninle Yaşlanmak İstiyorum

Seninle yaşlanmak istiyorum. Seneler geçsin, sen beni bil, ben seni bileyim istiyorum. Benim olduğu kadar dostlarının, dostlarının olduğu kadar benim ol istiyorum.
Nice sıkıntı ve zorluk yaşayıp anlatalım. Yaşayalım ki, öğrenelim hayatı ve destek çıkmayı. Birbirimizin omuzlarında ağlamalıyız. Sen çok dertlenip, içip, arkadaşlarınla eve gelmelisin. Paylaşmalı ve beraber sıkılmalıyız. Öyle ki, yalnız sıkılmak sıkmalı bizi. Yaşayalım ki, paramız olunca sevinelim.

Güzel günlerimizi, evimizde, bir şişe şarap ve pijamalarımızla kutlamalıyız. Ya da bazen dostlarla ucuz biralar içerek... Böylece yaşamalıyız işte.Sonra çocuğumuz olmalı, düşünsene, senin ve benim olan bir canlı. Geceleri ağladıkça sırayla susturmalıyız. Sen arada mızıkçılık yapmalısın. Ve ben söylenerek sıranı almalıyım. Yorgun olduğum için yemek yapmamalıyım, söylenerek yumurta kırmalısın. Hava soğukken birbirimize sıkıca sarılıp yatmalıyız.

Zaman su gibi akıp giderken, herşey yaşanmış bir hayatımız olmalı. Herşeye rağmen hiç bıkmamalıyız birbirimizden. Mutlu da olsa, kötü de olsa, yaşadığımız günler bizim günlerimiz olmalı. Saçlara düşünce aklar ya da gidince aklar, çocukları güvence altına alıp gitmeli bu şehirden.Kavgasız, her sabah gürültüyle uyanılmayan, sessiz bir yere gitmeliyiz. Geceleri balkonda denizi seyredip, sandalyelerimizde sallanmalıyız. Eve gelip, benden kahve istemelisin. Çocuklar gelmeli ziyaretimize, geçmişteki hareketli günlerimizi anımsamalıyız...

Öyle sevmelisin ki beni, bu yazdıklarım korkutmamalı seni. Tebessümler açtırmalı yüzünde. Bir gün bu hayatı bırakıp giderken, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde, birbirimizi sevmenin gururu olmalı ''herşeyde''.

Can Yücel


ÇİZGİ ÖYKÜ - 2
Orijinal Karikatür : Efes Göç
Öykü : Bırakıp gittiğin yüreğinse eğer, elbet geri döneceksin…

Hiçbir şeyden çekmedi evren, insanoğlundan çektiği kadar… Yaşadığımız dünyayı, bulunduğumuz, geçtiğimiz her yeri yakıp yıktık, talan ettik. Öylesine bir talan ki her nesne, her varlık pes etti. Ve en son olarak da dünyamız… Bu talana dayanamayan dünyamız geri dönülmez bir yolda ilerliyor ve az bir süre sonra insanoğlu kendi sonunu kendisi hazırlamış olacak.

Evet insanoğlu demiştik… El atmadığı, talan etmediği yer yok… İşte kendi yarattığı tanrıları bile ne hale getirmiş… Efsanelerde yaşatılan ve onlar için tapınaklar, heykeller yapılan tanrıların içler acısı hali. Yani tanrıların bile gücü yetmemiş bu insanlığın bu çılgınlığına…

Tanrı Zeus en sonunda dayanamayıp kalkar ayağa… Topal aksak terki diyar etmek için yola çıkar. Ancak geride bıraktıkları vardır; Tanrı Zeus’un taşımaya gücünün olmadığı, gücünün yetmediği…

Karısı Hera yaşlı gözlerle ona bakmaktadır. Yapacak hiçbir şey yoktur … Bir veda busesi bile konduramaz sevdiğinin yanağına; sarılamaz… elini sallayabilmek için bir kolu bile yoktur.

Zeus aniden karar verir… Yürek isterse her zorluğun üstesinden gelinir. Hele ki bu zorluk sevdanın önüne çıkmışsa… İnsan koca bir evreni bile yüklenir sırtına...

Bu arada şöyle bir yorumu da vermeden geçemeyeceğim. Karikatürü gönderdiğim bir arkadaşımla duygularımı paylaşmak istemiştim. (Konak Belediyesi / Tülay Çelikel) Kendisi de sanatçı olan bu arkadaşımla aramızda geçen MSN yazışmasını aynen aktarıyorum.

(Bu arada yeni evlenen sevgili Tülay'a buradan da mutluluk dileklerimi iletiyorum. Bir ömür boyu mutlu ol, mutlu kal sevgili Tülay)



- Çizim gerçekten yürek burkucu bu arada, hele benim için…

- Neler çağrıştırdı sizde çok merak ettim. Merakım sizinle ilgili değil, çizimle ilgilidir... çünkü benim çok çok çok hoşuma gitti... çok farklı bir yerlere götürdü beni.

- Bana daha çok yok edilmiş bir şehri gösterdi efsaneleriyle birlikte harabeye çevrilmiş, malum pek koruyamıyoruz. O açıdan şehrin adamı bile bıkıyor ki -bu heraklitosa benziyor- Heraklitos şehrini iyi korumuş ve çok çaba harcamıştır, o açıdan da çok acıklı…
Tabii heykelleri kırık görmek de öyle...

-Bir ayrıntı daha var; evet tanrılar ve tanrıçalar adı ne olursa olsun... Heraklitos diyelim, arkada da Artemis ve onun bacakları yok; sevdiğiyle birlikte gidebilmek için…

- Tebrikler ne güzel
- Ay aynı şeyleri konuşabilmek ne güzel, pek az kimse bilir, düşünebilir bunları…


- İşin bir yönü daha var; onlar tanrıyken aciz durumda... peki ya biz... bizler bazen ayaklarımız olsa bile ACİZ kalabiliyoruz gidenlerin arkasından…

- Çok doğru…
ÇİZGİ ÖYKÜ-1
Orijinal Karikatür : Kardan Adam ve Gül
Öykü : Buzdan Olur Kardan Adamın Yüreği

Kardan Adam ve Gül” karikatürü bunlardan biri…
Karikatürün orijinal çizgilerini hiç bozmadan bir çizgi öykü oluşturmak istedik.
(Aslında ilk bakışta sevdalı bir Kardan Adam’ın, sevgili Kardan Kadın’ına romantik şekilde gül sunmasını, sevgisini sunmasını anlatıyordu bu karikatür, ama benim dikkatime takılan küçük bir ayrıntıdır, bu öykünün oluşma sebebi.)

Havalar ısınıyordu. Havaların ısınması onun yok olması demekti, gitmeliydi; hayatta kalabilmek için soğuğa ve kara ihtiyacı vardı.

Kardan Kadın’a “Hadi gidelim.” Demek, “Hadi benimle gel” demek bile aklına gelmemişti, gelmiyordu. Gülüne bile kıyamamış, gittiği yerlerde lazım olur diye cebine yerleştirmişti. Yüreğini ise hiç koymamıştı zaten. Çünkü yüreğini ortaya koymaktan korkuyordu. ‘Sevdalı Kardan Adam’ bitmiş demekti. Yüreğini koyunca insan bu kadar kolay dönüp gidebilir miydi?

Bakakaldı gidenin ardından… “Hadi gidelim.” demeyene “Ben de seninle geleyim.” denir miydi? “Hadi benimle gel.” demeyene “Beni bırakma, gitme” denebilir miydi?
Diyemedi Kardan Kadın, diyemezdi. Ağlıyordu Kardan Kadın, ağlamasının yok olmak demek olduğunu bile bile ağlıyordu. Giden sadece Kardan Adam’ın değildi… Onunla birlikte her şeyi gidiyordu; umutları, inançları, yüreği… en önemlisi de sevdası… Erise, yok olsa ne gam; zaten bundan sonra yaşayabilir miydi?

Anlamıştı, Kardan Adam’ın yüreği buzdan olurdu… Ama geç kalmıştı, hem de çok geç…

elma sekeri

elma sekeri
Çocuklar ne çok sever ELMA ŞEKERİ'ni